“Bir kristalden kopmuşçasına parlaktı çehresi, büyülüyordu sefil ruhumu haşmetli parıltısıyla. Yansıması, aynadaki suni yansıması bile güzeldi. Çehresi de bir maskeden ibaretti ya! Eski bir opera maskesi. Daima bizimle oyun oynardı sanki. Gözlerini göremezdiniz. Sadece kibirle açılan ve küstahça kapanan küçük kırmızı dudaklarının hareket edip bir insanın ölümüne karar verip vermeyeceğini belirleyen dudakları görebilirdiniz. Neredeyse Hintlilerin güneşe tapması gibi tapacağımız o çehre aslında sadece bir maskeydi. Ezilip, büzüşebilecek bir maske.Onu yenmek çok kolaydı.Maskesi suya düştüğü an her şey bizim elimizdeydi. Fakat biz kırılgan prensesimizi daima yükseltmeyi seçtik. Ona daima iyi olduk. O ne yaparsa yapsın ona bağlanmayı seçtik. Şimdi beyinlerimizde ki tahtlara kurulmuş olan o gücün emirleri altındayız. Onu kırmanın vakti gelmedi mi artık? Neden vazgeçemiyor prensesimizden? Diktatörlük altında egoist bir zihniyete uyarak yaşıyoruz. Farkında değil misiniz? Hiç kopmayacak sanıyorsunuz aradaki bağ. Bir zincirle ona tutkun olduğunuzu sanıyorsunuz. Yalan. İnanın bana yenmek kolay. Sadece maskeyi atıp, onun kırılmasını izleyeceksiniz. En başından beri oyuncağınızdı o sizin. Oyuncağınız sizi yönetiyordu. Şimdi atın en sevdiğiniz porselen bebeğinizi. Atın yaman yeller esen bir uçurumdan aşağı. Dinleyin yankılanan sesi. Vazgeçin en çok arzuladığınızdan. Çünkü arzular kötü tarafta yer alıyor. Çünkü tutkular, yasemin kokan saçlarıyla sizi günaha çağırıyor. Karanlık sizi bekliyor. Size değer vereceğini sandığınız yasemin kokulu oyuncak bebeğiniz sizi kullanıyor. Bir kuklanın kuklası olacaksınız. İnanın arkanızda kalan bizler bir süre sonra sizin aydınlığınız, güneşiniz için çırpınmayı bırakacağız. Arzularınıza kavuşsanız bile asla izin vermeyin sizi karanlığa gömmesine. Onu siz kullanın.”
Tüy kalemi hareket ettirmeyi durdurdum.Mürekkep kağıtta iz bırakmayı kesti.Mürekkep kalemin kanıydı.O bile kanıyordu benimle birlikte.Derin bir nefes aldım. Haberde baya yol almış, ilerlemiştim. Arzulardan kurtulmuştum. Fakat geçmişte kalanlar hala yüreğimde altın bir kafesteki kuş gibi hapsolmuş ötüyordu, sızlıyordu çaresizce. Gözlerimin içinde kayboluyorum. Okyanuslarımın içinde kayboldum. Umudun yüzyıllardır uğramadığı eski iskelelere doğru akıntıya kürek çekiyorum. Son bir feryat olur birileri duyar diye kelimeleri nefeslerime doldurup havaya salıyorum. Duygularım havada göre yok mu? Yakında denize konup boğulacak duygularımı görecek bir deniz feneri yok mu buralarda? Issızlıkta sözcükleri eski şarap şişelerine doldurup salsam denize, mesajı mı alan olur mu? Okusalar bile övüp, yükselteceklerine; yardım eli uzatırlar mı? Geçmiş ve geçmiş. İşte tüm düğüm burada takılıp kalıyor. İki yıl önce başımdan değil de kalbimden geçenler. Kalbimden geçen karanlık. Ona bağımlı olamadığım için beni terk eden karanlık. Siyahlara bürünmüş bir beden. Bir zamanlar arzulanmış ruhlar. Karanlıkta temas ettiğimi asla öğrenemeyecek ağabeylerim. Karanlıkla geçirdiğim hoş günlerden, ayları ve yıllardan haberler, olmayacak. Karanlığın ruhumda gümüşi parlaklıkta bir iz bıraktığını duyamayacaklar. Bariton sesin kulağıma fısıldadığı hoş kelimelerin cesetlerini bulamayacaklar. Ölü kelimeler onlar. Artık bana söylenmeyenler. Hala hatırlıyorum o geceyi.
İngiltere’ye yeni gelmiştim. Ağabeylerim hemen düzene ayak uydurup onlar gibi harika çocuk olmamı bekliyordu. Asla bunu dillendirmediler ama ben hissedebiliyordum. Ortam çok bunaltıcıydı. Bir gece yeni geldiğim bu evin bahçesine çıktım ve onu gördüm. Elinde asasıyla bir şey yapmaya çalışıyordu. Beni görünce çekildi. Karanlığın ne olduğunu bilmeyen ve İspanya’dan İngiltere’ye yeni gelmiş bir kızdım. İngilizcem “How are you?” kalıbından daha öteye gitmezdi ve bir de aksanım vardı. İngiltere’de işe yarayabilecek dil o an fransızcaydı. “Bon nuit Monsieur.“ ; “Bon nuit mademoiselle.” Bana büyü yapıp yapmamak arasında kalmıştı ki bana yokluk krizi geldi. Madde bağımlılığını iki ay önce bırakmıştım. Sık sık yokluk krizleri gelirdi. Aniden gelirlerdi anlayamazdınız. Sarsılıyordum. Yardım istemiyordum. Ağabeyimim arkadaşı olabilirdi. Kimse böyle bir olayla ağabeylerinin karşısına çıkmak istemez. Bana yardım etti. Karanlık bana yardım etti ve umutsuz küçük kız karanlığa bağlandı. Korkak küçük kız karanlığa aşık oldu. Karanlık, Aydınlık’ı sevdi. Karanlık okyanus gözlerini, başka okyanuslara hediye etti içinde kaybolsun diye. Sarsılmalarımı durdurarak omuzlarımı tutmuştu. Sonrasındaysa gözlerime baktı. Ensesine dökülen kum rengi saçlarıyla deniz rengi gözleri bana rahatlık vermişti. Sakinleşmiştim. Gereksiz bir sakinlik.
Karanlıktan koptuğumdan beri; kalbimi unuttuğum andan beri aynı şey için çalışıyorum: İnsanları karanlık hakkında uyarmak. Daha doğrusu her onu görüşümde kendimi uyarmak. Tekrar kapılmamak için karanlığa. Halka her türlü haberi ulaştırmayı seviyorum. Bu bir nevi bana yardımcı oluyor. Sanki her şeyi biliyormuşum gibi. Benden hiçbir şey kaçmazmış da bende dünyaya duyururmuşum gibi. Bir nevi bilgiye olan açlığımı bastırmak demek bu meslek benim için.
Karanlıkla olan bağlarla ilgili yazdığımda altın kafesteki kuşlar ötmeye başlıyor. Hüzün sarıyor bedenimi. Nedendir,söylenmeye korkulur ruhumda ki yarayı sızlatır. Hani küçük çocuklar vardır ya dizleri kanar sonra kabul tutar. Çocuk kabuğu söker. Yara tekrar kanar tam iyileşecekken. Benim yaralarımda öyle. Tam kabuk tutmuş ruhum, düzelecekken söküyorum kabukları.
Ah, neden yaralı deneyimler bizi büyüten ninniler yerine geçti ki? Neden artık oyunlarla değil acılarla büyüyoruz? Neden dizimizde ki yaralar yerine ruhumuzda ki yaralarla olgunlaşıyoruz?
Düşünmeyi bırakıp düzenlediğim haberler yığınına geri döndüm. Başta yazdığım yazıyı ise tek bir hamlede sildim. Karanlığı özlediğimi kendime hatırlatamazdım değil mi?